8 Aralık 2013 Pazar

Özgürlük !? Özgürlük neydi?

http://youtu.be/cfOa1a8hYP8
Özgürlük sözcüğü önemli, belki de hepsinden önemli bir gerilimi anlatır. Hep kaçıp uzaklaşılmak istenir; kaçıp uzaklaşılmak istenen yerin/şeyin bir adı yoksa, belirsiz bir yerse  burası ve gözle görünür bir sınırı içermiyorsa, özgürlük diye nitelenir.

Bu gerilimin uzamsal dışavurumu, sanki ortada böyle bir sınır yokmuş gibi belli bir sınırı aşıp geçmek için duyulan şiddetli istektir. Uçmakta özgürlük, mitos temeline dayalı eski inançlarda güneşe dek uzanır. Zaman içinde özgürlük, ölümün yenilgiye uğratılmasıdır; onun giderek daha bir uzağa sürülüp atılması bile insanı memnun bırakır. Nesneler konusundaki özgürlük, fiyatlandırmadaki çözülmedir. Pek özgür bir insan olan ideal müsrifin, fiyatlardaki hiçbir kuralla belirlenmeyip sonu gelmeyen dalgalanmadan, bir yön tanımayan iniş-çıkışlardan, fiyatların sanki hava tarafından belirlenmişliğinden, hiç bir şeyle etki altına alınamazlığından hatta gerçekte kestirilemez oluşundan daha çok istediği bir şey yoktur. 

"Belli bir nesneyi" hedef alan hiç bir özgürlük, özgürlük değildir; özgürlüğün sağlayacağı lütuf ve mutluluk, kendi sınırlarını aşıp geçmek isteyende yol açtığı gerilimdir ve insan ilgili istek için en çetin sınırları seçer kendine. Başkalarını öldürmeyi arzulayan biri, öldürme yasağına karşılık gelen korkunç sonuçlarla karşı karşıyadır. Bu sonuçlar onu pek rahatsız etmese, kuşkusuz daha mutlu gerilimlerle dolu olur içi. 


Ne var ki, özgürlüğün kaynağını soluma işinde aramak gerekiyor. Her havayı herkes soluyabilir, soluma özgürlüğü bugüne dek gerçek anlamda yok edilmeden kalan biricik özgürlüktür.

Elias Canetti

http://youtu.be/cfOa1a8hYP8

14 Kasım 2013 Perşembe

Geçmiş Zaman Kipi


Giriş ve gelişmeyi pas geçtik; biz sonuçların insanı olduk. Hep çalışmadığımız yerden gelen sınavlara tabi tutulduk. İşlemediğimiz suçların cezalarını yüklendik. Kirletmediğimiz bir dünyayı temizleme mücadelesi uğruna hayatlarımızı ortaya koyduk. Yürümek istemediğimiz yollara sürüklendik. Yolun ortasında, yolda bırakıldık. Sözlerini bilmediğimiz şarkıları söylemeye zorlandık. Sevdik, sevdiğimize pişman edildik. Sevmedik, yalnızlığın vahametinden ürkütüldük. Birisi sahiplenmiş yalnızlığı; yalnızlığa uygun görülmedik.

Dertlendik, biraz demlendik. Şeffaflıktan beyaza bürünmek, yoktan var olmak istedik. Göze girmek, gözünün önünden gitmemek istedik ama biz hep göz ardı edildik.

Dinletemedik! Bağırdık türkülerimizi, okuduk şiirlerimizi. Nazım’dan girdik şiire, Uyar’a gelene kadar epey yol kat ettik. Sanırım arada Cansever’e biraz haksızlık ettik, bir-iki dizede de ona hak verdik. Bir deryaya düştük, okudukça yaşadık; yaşadıkça okuduk. Ama fark edememiştik şiirlerimizi içimizden okuduğumuzu. Çünkü biz hep içten okumaya, içten düşünmeye içten konuşmaya alıştırılmıştık. İçten ve naif çocuklardık biz aslında ama sesimize yabancılaştırıldık. Başımız dik bir şekilde haykıramadık size soylu sözlerimizi. Biz, size şiirlerimizi dinletemedik.

Biz hiç kendimizle başbaşa bırakılmadık. Kafa dinlemek istedik, kalabalığa mahkum edildik. Koyvermek istedik, zorla direnç zerk edildi vücudumuza. Uzaklaşmak istedik, tüm mesafeler tükendi hızla. Gidemedik; kalmaya mecbur edildik.

Konuşmak istedik, sadece konuşmak. Konuştuk. Biz, hep konuştuk.


Hep çoğul konuştuk

Ama,

Hep tekil kaldım.

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Kabullenmenin dayanılmaz ağırlığı


Sisler arasındaydım bir gece yarısı, yalnız. Doğmaya çalışan günün şahidi, yitip giden bir geçmişin tanığı ve birincil mağduruydum. Mağduriyet edebiyatının tutarsızlığının farkında olmaktı en büyük sorunum. Farkındalığın aciziyetineydi sözcükler. Çığıran bir sabahta sus pus olmuş bir horozun inandırıcılığı kadardım artık. İnanmak ve inanılmak üzerine kafa patlatan.

İnsaniyet namına seninle kurulan diyalogların sonu hep devrik. Kelimelerin altı boş, samimiyet eksik. Bu kaosun failinin peşindeyim. Fail belki de benim.

Özne neden bu kadar önemli? Yüklemin günahı ne? Bana bu kadar yüklenmenin nedeni ne?

Dünyaya verdiğim mücadeleye zorla eklemlediğin bu suçsuzluğumu ispat etme mücadelesinde sınıfta kaldım.

Sende sınıfta kaldım.

Dünyayla olan sorunum bitmiyor tabi; ben bu dünyaya dertliyim. Ama seninle olan raunt bitti. Havlumu sen yere attın kendi ellerinle. Beyaz bayrağımı kudretle dalgalandırdın.

Mücadelem devam ediyor dünyayla. Ama bir parçası eksik artık.

23 Nisan 2013 Salı

Öyle diyorlar ..

Bir şehir yok olmuş diyorlar.
Ses yok, söz yok. Bir afet sessizliği. Olağanüstü bir hal var belli ki.
Hayat yok, kıpırtı yok.

Bir şehir yok olmuş, öyle diyorlar.
Gökdelenlerinden, yerin cehenneme en yakın noktasına kadar her yer yok olmuş.
Öyle diyorlar.

Uçan kuştan, daha elmas olabilmek için çırpınıp duran bir kömür parçasına kadar her şey gitmiş.
Hepsi yok olmuş.

Bir şehir yok olmuş diyorlar. İçinde geleceğe dair bir umut kalmamış. Güzel günlere inanç yok. Güne, saate, dakikaya, zaman kavramına inanç kalmamış. Geçmiş var, gelecek yok. Sonrası yok. Sonrası kalmamış. Artık hep son. 

Bir şehir yok olmuş. Gökten peygamber inse faydası olmazmış; öyle diyorlar.
Bir çocuk gülse, güzel bir kitap yazılsa, gökkuşağının renkleri yer değiştirse bile bu şehir iflah olmazmış.
Öyle diyorlar.

Bir şehir yok olmuş düşünebiliyor musun? Gökyüzüne bakarak kurulan nice hayaller, nice aşıkların yürüdüğü sahil yolları, nice kavgaların yaşandığı barlar, nice doğuma şahit olan hastaneler, dünyayı on kere iflah edecek bilgiyi içinde taşıyan kütüphaneler, sırf müziklerini sevdiğin için katlandığın salaş mekanlar, kimsesizlerin 'kimse'lendiği ama kimsenin umrunda olmayan o mezarlıklar, suçluyla suçsuzun eşit muamele gördüğü hapishaneler, bir çay içmek için uğradığın o çaycılar yok olmuş; öyle diyorlar. Bir düşünsene. Koskocaman, dopdolu bir şehir silinmiş haritadan.

Şanslar, anılar, kavgalar, küslükler, zaferler, eskiler, yeniler, soranlar, unutanlar, düşünmeyenler, üzülenler, tükenenler, yeniden ayağa kalkanlar; biz silinmişiz haritadan. 

Düşünebiliyor musun?

20 Nisan 2013 Cumartesi

Mekan (a)sosyolojisi


Bugün de odamla özdeşleştirdim kendimi. Ya da ancak bugün fark edebildim benzerliğimizi. Burası benim yaşadığım yer değilmiş; burası benmişim.

Oda dağınık, oda kirli, oda soğuk, oda yalnız. Ama tüm eşyalar olması gereken yerde. Bardaklar tezgahta. Kirliler sağda, temizler solda. Onlar da bir düzen içerisinde kendilerince. Kitaplar rafta. Uzaktan bakınca oldukça düzenli görünüyorlar. Ama yakından bakınca anlıyorsun ki tıpkı domino taşları gibi. Fiziğin adını bilemediğim bir kanununa göre, artık nasıl olduysa dengede kalabilmişler. Kendilerine bir denge noktası bulmuşlar. Fark ediliyor, dokunsan dağılacaklar; dökülecekler; ayrı ayrı yerlere gidecekler. Bazısı yırtılacak, bazısı kirlenecek. Dokunmuyorum o yüzden hiç; bir arada durabiliyorken dursunlar. Dağılınca toplayamayacağım, biliyorum. Elime yeni bir not, yeni bir kitap geçtikçe hiç düzen gözetmeden atmışım üst üste. Yaşadıklarım gibi onlar da üst üste gelmiş, bozamıyorum. Bozmak da istemiyorum.

Kapının arkasında montlar yığılmış üst üste. Kullanmıyorum ne zamandır. Anılar gibi onlar da altta kalmış. Dokunmuyorum, düzeltmiyorum. Dokununca altta kalan anıların tozlar gibi üste çıkmasını istemiyorum. Ortaya çıkarlarsa rahatsız edecekler, düzeltmiyorum.

Kahve fincanları var kirlide. 4 bardak, ikisi ters çevrilmiş. Açınca içinde güzel şeyler görebilme umuduyla kapatılmış 2 bardak; ama açılamamış. Açınca göreceklerimin güzel şeyler olacağından şüphelenmişim belli ki. Hiç açmaya yeltenmemişim. Ama yıkamamışım da. Umutların suyla buluştuğu noktada akıp gitmesinden korkmuşum. Umutlar gitmesin; bakamasam da. Dursun öyle. Hala bir yerlerde umut vaat eden bir kaynak görmek güzel. Dursun; yıkamayacağım.

Duvarlarda kablolar var; uzatma kabloları. Oradan oraya uzatılmış; birbirlerine dolanmış. Halbuki uzatmanın ne gereği var? Kısa yoldan gitmeyi becerememişim demek ki. Heeeep uzatmışım. Bir sürü kola ayrılıp oradan oraya dolanmışım. Ranzanın demirlerine sarılan bu kablolar gibiymişim meğersem. Priz gibi ben de baş aşağı sallanıp kalmışım; başımı eğip gitmişim belli ki.

Dolabımda kıyafetlerim dağılmış. Belli ki yeni şeyler denemek istemişim; giymişim çıkarmışım; olmamış. Ama denemişim. Sonuç olarak yine ranzanın kenarında duran aynı pantolonu yine ranzanın kenarında duran aynı tişörtle giymişim. Denemişim ama olmamış belli ki. Başladığım ve aslında hep bulunduğum noktaya geri dönmüşüm. Dağınık dursunlar ki bana çabalarımı hatırlatsınlar. Toplamayacağım.

Oda boş, oda yalnız. Herkes hazırlanıp çantasına hayatlarını da koyup çıkmış. Herkes karışmış sokaklara. Çantalarım ve ben buradayız. Onlar da ben de olmamız gereken yerdeyiz.

Ve zannediyorum ki hep burada olacağız.

12 Mayıs 2012 Cumartesi






" Hayat kısa 
  Kuşlar uçuyor.
  Hayat kısadır kuzucuklarım
  Yine de uzundur kuzucuklarım .."
            





Hayat kısa, kuşlar uçuyor ..


Cemal Süreyya'nın sarfettiği belki de en mükemmel cümle. Hayatın kısalığı kadar cümleleri de kısa. İstediğiniz anlamı yüklememiz için kapıyı açık bırakıyor üstad. İşte ben o açık kapıdan yavaşça sızıyorum içeri...

Yaşadığım hayatı anlamlandırma, çözümleme, sorgulama anlarımda hep bu cümle gelir aklıma. Evet, bazen bu sorgulama nöbetleri tutar; uzaklaşamam. Bize dayatılan ve gerçekleştirmekten sorumlu tutulduğumuz " dişe dokunur bir şeyler yapma ideası" yerleşirken zihnime sorgulamalar kaçınılmaz olur artık. Anlamı olmayan belki de anlamlı olması gerekli olmayan olaylara, olgulara, kavramlara, kişilere zoraki bir şekilde anlamlar yüklemeye çalışır dururum. Bu sorgulama öyle yerlere sürükler ki beni, bir bakmışım bulunduğum noktadan uzaklaşmış, tehlikeli sularda yüzmeye başlamışım. Kaybolmuşum. Artık anlamlandırmaya çalıştığım şeyler başka olaylar, olgular, kişiler değil kendim olmuşum. İşte o anlarda, bir arkadaşımın bileğinde dövme olarak gördüğüm ve bilinçaltıma yerleşen bu cümle gelir aklıma. O andan itibaren zihnimde oluşan ve bilincimi, kişiliğimi ve benliğimi soğuran kara delikler silikleşmeye başlar. Evet, bu cümle benim hayatım için bu kadar önemli.

Kaybolduğum her noktada, bana dertlenmemem, " amaaan boşver " diyebilmem için güç veren sihirli cümle bu.

 Evet hayat kısa..

Bu kısa hayatta kuşlar gibi özgürlüğü yaşayabilmek gibi bir seçenek varken, sıkıntılarda boğulmak niye?